Alternatif Bir Aile Albümü: KIll CIty “New York’un Terk Edilmiş Binalarında Doğan Kültür”
Yazı - Röportaj: Çağlar Kaya /caglartz
Kill City'nin hikâyesi, Ash Thayer’ın sanat eğitimi almak için Memphis’ten New York’a taşınması ve burada kendine uygun bir ev bulamadığı için Lower East Side bölgesindeki işgal evlerinden birine yerleşmesiyle başladı. Bu karar Thayer’a barınma imkanı dışında, kendi kimliğini inşa etme ve gelecekte sanatına yön verecek felsefeyi keşfetme yolunu da açmış oldu.
70’li ve 80’li yıllarda, ev sahiplerinin bakımını yapamadıkları binaları birer birer terk etmesiyle Lower East Side, işgal evlerinin gölgesinde norm dışı bir gerçekliğe dönüştü. Yıkık duvarların, kırık pencerelerin arasında kendi kurallarını koyan, kendi yaşam biçimini inşa eden yeni bir alt kültür doğuyordu.
Ash Thayer 1992’den 2000'e kadar, yanında taşıdığı kamerasıyla buradaki gündelik hayata yakından tanıklık ederek, toplum tarafından marjinal olarak görülen bir kuşağın alternatif yaşam tarzını görünür kıldı. İçinde yaşadığı bu topluluk, evsizlere yönelik önyargılara karşı direnen, kaldıkları metruk binaları baştan sona inşa eden ve bir yandan da sanatla ilgilenen gençlerdi.
İçeriden bir bakışla arkadaşlarının hayatını olduğu gibi yansıtan Thayer, stereotipleşmiş 'seks-uyuşturucu-rock’n roll' klişelerine meydan okuyarak, işgalci punk gençler hakkındaki mitleri yıkmak istedi.
New York’un squat (işgal) kültürünü içeriden tüm gerçekliğiyle belgeleyen, özgün bir dönemin punk ve DIY ruhunu sanat, politika ve yaşam biçimi ekseninde başarıyla yansıtan bu fotoğraflar; dönemin fanzinleri, afişleri ve işgal evlerinde kullanılan eşyalarla birlikte New York ve Avrupa’daki birçok galeride sergilendi.
Amerikalı sanatçı-akademisyen Ash Thayer ile kitabı Kill City üzerine konuştuk.
Kill City, Ash Thayer, Powerhouse Books, 2015.
Punk kültürü ve sanatla ilk tanışmanız nasıl oldu?
Ben Martin Luther King'in suikasta uğradığı Tennessee eyaletinin Memphis şehrinde büyüdüm. Stax Records ve Elvis ile tanınan bir müzik şehri burası.
İlkokulda Cyndi Lauper, Eurythmics ve Nena'ya, sonra da Mötley Crüe gibi hair rock gruplarına ilgi duydum. Yedinci sınıfa geldiğimde hızlı, gürültülü, adrenalin dolu heavy metal müziğe derinlemesine dalmıştım. Kırsal bölgedeki ortaokulum sert ve şiddet doluydu ve o yaşta pek kadınsı olmadığım için zorbalığa maruz kalıyordum. Kızlara pazarlanan 'şekerli pop müziğine' zaten mesafeliydim. Cinsiyetçi tavırlar beni öfkelendiriyordu. Bu öfke beni heavy metal ve rap müziğe yönlendirdi. Her ikisi de cinsiyetçi klişelerle dolu olsa da, benimle rezonansa giren enerji ve başkaldırı dolu müziklerdi.
Memphis şehir merkezine daha yakın bir liseye transfer olduğumda, kaykay kültürü ve punk ile tanıştım. Arkadaşlarım beni Bad Brains, Dead Kennedys ve Sex Pistols gibi efsanevi gruplarla tanıştırdı. Kısa sürede, gruplarda çalan ve her yerde konserler veren bir hardcore gençler ağının parçası oldum. Sürekli olarak siyasi ve sosyal aktivizmle uğraşıyorduk. World Famous Antenna Club bizim ana üssümüzdü ve hem yerel grupları hem de Bad Brains, Black Flag, Fugazi, Helmet ve Jesus Lizard gibi daha büyük grupları ağırlıyordu. Louisville'den Little Rock'a ve Nashville'e uzanan bölgesel bir DIY ve grup turne ağı olan 'River City Hardcore'un bir parçasıydık.
Sanatla çevrili bir ortamda büyüdüm aslında, babam heykeltıraş. Lise öğretmenim Bill Hicks beni sanatla tanıştırdı, kurduğu geçici karanlık odada resim, baskı ve fotoğrafçılık öğretti. Onun sayesinde, kompozisyon, tonlama ve dokuyu gerçek zamanlı olarak uygulayarak stüdyoyu konularıma taşıyabileceğimi öğrendim. Beni sanat okuluna başvurmaya teşvik etti ve başvurduğumda burs kazandım. Onun sayesinde profesyonel bir sanatçı oldum diyebilirim.
Sanatla çevrili bir ortamda büyüdüm aslında, babam heykeltıraş. Lise öğretmenim Bill Hicks beni sanatla tanıştırdı, kurduğu geçici karanlık odada resim, baskı ve fotoğrafçılık öğretti. Onun sayesinde, kompozisyon, tonlama ve dokuyu gerçek zamanlı olarak uygulayarak stüdyoyu konularıma taşıyabileceğimi öğrendim. Beni sanat okuluna başvurmaya teşvik etti ve başvurduğumda burs kazandım. Onun sayesinde profesyonel bir sanatçı oldum diyebilirim.
Yaşadığınız topluluk ve deneyimler, kimliğinizi, hayata bakış açınızı ve sanat pratiğinizi nasıl biçimlendirdi? O dönemin mirası sizin için hâlâ ne ifade ediyor?
Gecekondu topluluğu, lise yıllarında zaten içinde bulunduğum ortamın bir uzantısıydı. Yerel punk gruplarının fotoğraflarını çekiyor, arkadaşlarımın portrelerini yapıyordum. Görsel Sanatlar Okulu'na devam etmek için New York'a taşındığımda, öğrenci kredisiyle geçiniyordum ve okuldan bir saat uzaklıkta yer alan Brooklyn'deki dairemden atıldım.
ABC No Rio, CBGB ve şehrin çeşitli yerlerindeki bodrum katlarında punk konserlerine gidiyordum. 20'li yaşlarının başında olan ve işgal evlerinde (squat) kalan birkaç arkadaşım Lower East Side'da bana bir yer teklif etti ve bu sayede okulda kalabildim. Yıllar boyunca birkaç squat'ta yaşadım. Arkadaşlarım moda fotoğrafçılığı gibi konularla ilgilenirken, ben yakın çevremdeki olayları belgelemeye devam ettim.
Bu deneyimlerin kimliğimi nasıl şekillendirdiğini söylemek zor, çünkü birçok yönden tek bildiğim şey zaten bu. Doğduğumda ailemin inşa ettiği, su ve elektrik olmayan bir kulübede yaşıyordum, tıpkı ilk işgal evim gibi. Otoriteyi, dini, sınıfları, ırkçılığı, tüketim kültürünü ve cinsiyet stereotiplerini sorgulamak üzere yetiştirildim. O sırada henüz öğrenmediğim şey, eyalet, şehir ve yerel yönetimlerin gerçekte nasıl işlediğiydi, bunu işgal evlerinde yaşarken öğrendim. Kararların, topluluklara özen gösterilmesinden ziyade açgözlülük ve manipülasyonla alındığını gördüm. Bunu görmezden gelemezdim. Eşitliğin merkezde olduğu, daha sevgi dolu ve adil bir dünya için mücadele etmeye karar verdim.
Burada yaşadığım iyi, kötü, korkunç ve keyifli anlar sanatımı beslemeye devam ediyor. O dönemin mirası budur. Hepimizin içinden geçer ve gelecek nesillere yayılır. Ne olursa olsun hikayeleri canlı tutmak, gelecek nesilleri eleştirel düşünmeye ve adaletsizliğe karşı durmaya teşvik etmek gerekiyor.
'Kill City' projesi nasıl doğdu?
Kitabı oluşturmaktaki ana motivasyonum, basının görmezden geldiği ve çarpıttığı hikayeleri anlatmaktı. 1990’lı yıllarda ana akım medya, gecekondu sakinlerini suçlu veya baş belası olarak göstermişti. Çöp dolu, çürümüş ve harap binaları rehabilite etmek için gösterdiğimiz yoğun çabayı yok saymaya çalıştılar. Biz onların yapması gerekeni yaptık. Evsizlere barınak sağladık.
Onlar bize karşı savaştı ve bize suçlu muamelesi yaptı. Kill City, en azından benim yaşadığım 'gerçekleri' ortaya koymak; stereotiplerin ardındaki hayatları, terk edilmiş binaları yeniden inşa etmek için harcanan emeği ve birlikte yaşadığım insanların güzelliğini göstermek için bir araç oldu.
Aynı zamanda çok kişisel bir projeydi. Onlar benim arkadaşlarım, ailem, hayatta kalmama yardım eden ve beni ben yapan insanlardı. Kitabı yayınlamak, onları onurlandırmanın bir yoluydu. Miraslarını korumak ve şehir bizi silmeye çalışsa bile yok olmayı reddeden bir topluluğa tanınırlık kazandırmak istedim.
Fotoğraf sizin için kendiliğinden bir direniş ve aktivizm diline dönüştü sanırım?
Evet, 80'li ve 90'lı yıllarda durum çok farklıydı. İnternet yoktu, sosyal medya yoktu, çoğunlukla çağrı cihazları ve sabit telefonlar vardı. Çoğu işgalci, fotoğraf makinesi ve film satın alıp baskı yaptırmak için bir gelire sahip değildi. O dönemde yapılan tüm çalışmaları gösterecek kadar fotoğraf çekilmemişti ve ben de bu ihtiyacı karşılamaya yardımcı olan kişilerden biriydim. Yapılan çalışmaları ve sakinlerin işgal ettiği binaları fotoğraflamak benim için aktivist bir eylemdi. Fotoğrafları paylaşmanın tek yolu, baskılarını yapıp insanlara fiziksel olarak göstermek ya da ABC NoRio gibi bağımsız kültür merkezlerinde sergilemekti.
Bugün insanlar sosyal medyada fotoğraflar paylaşıyor, protestoları ve polis şiddetini canlı yayınlarda yayınlıyorlar. Los Angeles şehir merkezinde yaşıyorum ve burada ağır silahlı federal ajanlar, ulusal muhafızlar ve deniz piyadeleri tarafından yasadışı olarak işgal edildik. Mantıksız aramalar ve el koymalar, adil yargılama sürecinin yokluğu ve protesto hakkımızın ihlaliyle anayasal haklarımızı inatla çiğniyorlar. Bu yüzden tüm bunları belgelemek çok önemli.
İçeriden, bir yabancı değil, bir katılımcı olarak fotoğraf çektiğinizde, görüntüler sadece estetik amaçlı değildir, tanıklık da ederler. Şöyle derler: “Biz buradaydık, bu gerçekti, biz önemliydik.” Aktivizm olarak fotoğrafçılığın gücü budur.
Arkadaşlarınızla görüşüyor musunuz? Ne yapıyorlar şu an?
Evet, onlarla hala iletişim halindeyim ve bazıları en yakın arkadaşlarım. Bazıları hala eski işgal evlerinden doğan kooperatiflerde yaşıyor. Farklı işler yapıyorlar; öğretmenler, organizatörler, çiftçiler, sanatçılar. Bazıları ise aramızdan ayrıldı ve ölümleri hala topluluğumuzda hissediliyor. Toplantılar düzenleyerek, hikayeler ve resimler paylaşarak onların hatırlarını onurlandırıyoruz.
Neler dinliyorsunuz? Punk kültürü yaşıyor mu sizce?
Çok fazla şey dinliyorum aslında. X Ray Spex, Laboratorium Pesni, Divisions Ruin, The Raincoats, The Mo-Dettes, Vulpess, The Slits, Rudimentary Peni, Crass, Black Uhuru, eski tarz reggae ve ska, Bad Brains, Fugazi, Metallica, The Slits, John Zorn'un müziği ve onun plak şirketi Tzadik'teki çeşitli sanatçılar...
Punk konusuna gelirsek, çok net söylüyorum: Evet! Punk asla ölmeyecek. Bu soruya cevap vermek için günlerce konuşabilirim. Punk günümüzde farklı direniş ve kimlikler içinde var olmaya devam ediyor.