Uzun Bir Geçmişin Hayaletleriyle Yüzleşmek: Emine Yıldırım’la “Gündüz Apollon Gece Athena” Üzerine
Röportaj: Melike Serin
Dünya prömiyerini gerçekleştirdiği 37. Tokyo Uluslararası Film Festivali’nde Asya’nın Geleceği bölümünden En İyi Film Ödülü’nü kazanan, ardından 32. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nden iki ödülle dönen Gündüz Apollon Gece Athena, izleyicisini ölüm, hafıza ve dayanışmanın kesiştiği bir yolculuğa davet ediyor.
Emine Yıldırım’ın ilk uzun metrajlı filmi, hayaletler görmeye başlayan Defne’nin, annesinin ruhunu bulmak için Side Antik Kenti’ne yaptığı yolculuk etrafında şekilleniyor. Fakat bu hikâye yalnızca bir arayışın değil; geçmişle, kayıpla ve coğrafyayla yüzleşmenin filmi. Gündüz Apollon Gece Athena, politik olmasına rağmen yüzü gülen, karanlığa karşı umudu inatla savunan bir film olarak dikkat çekiyor. Bu yönlerini de ele alarak, Yönetmen Emine Yıldırım ile filmin yaratım ve üretim süreci üzerine konuştuk.
“Gündüz Apollon Gece Athena”nın fikri ne zaman doğdu? Senaryo taslağını oluşturmaya başlamadan önce zihninizde taşıdığınız imgeler, temalar nelerdi?
5-6 sene önce bu projeye başlarken ülke ve yaşadıklarımızla ilgili genel bir aidiyet sorunum vardı. Dolayısıyla şifa niyetine bir şey yazmak istedim. Burası benim de coğrafyam, memleketim. Sevdiğim şekilde bu ülkeyi sahiplenmek istedim. Bir yandan da tür sinemasını çok severim ve hafif, farklı, ferahlatıcı bir şey yapmak istiyordum. Italo Calvino'yu çok severim, ondaki hafifliği istiyordum filmde.
Zaten küçüklüğümden beri mitolojiyi çok severim. Ailem Egeli, çocukluğumun çoğunluğu ören yerlerinde geçti. Bana antik sit alanlarının yanında kendimi çok iyi hissediyorum, filme onu da yansıtmak etmek istiyordum. Arkeologlar artık bir sürü miti, Yunan mitolojisi değil de Anadolu antikitesi olarak ele alıyorlar. Çünkü bu topraklardan çıktı. Yunan ve Anadolu tarihi beraber evrildiği için bu çok geçişken bir şey. O mitleri ve arketipleri de nasıl kulanabilirim diye düşündüm. Bir yandan da bu mitlerin çoğu çok patriyarkal ve kaderci mitler. Bunları kendime göre yorumlayıp farklı bir şekilde ortaya koyma isteğim de vardı. Bunların hepsi bir araya geldi ve hikaye de o şekilde çıktı diyebilirim.
Filmin düşünsel süreci 5-6 sene önce başladı demiştiniz. Senaryo ve hikayeyi ilk baştaki haliyle mi gördük yoksa süreç içinde değişiklikler oldu mu?
Filmin duygusu ve iki ana karakteri hep aynıydı. Ama senaryonun bir sürü versiyonu oldu. Zaten senaryo yazım süreci biraz böyle. Daha kompakt hale nasıl getirilebilir diye uğraşıyorsunuz ve hep evriliyor. Süreçte formatı, uzunluğu, diyalogları hep geliştirildi ama duygusu çok değişmedi.
Film, hayaletleri ve fantastik ögeleri görsel efektlerle değil, içeriksel bağlam ve karakterler üzerinden aktarıyor. Hikayeyi kafanızda kurgulamaya başladığınızda bu fikir var mıydı yoksa bu tercihi süreçte mi yaptınız?
En başından beri kafamda bu şekilde canlandı. Aslında mesela şuydu; başrol Defne karakteri iyi bir insandı ama nemruttu, insanları sevmiyordu. Ama oradaki zıtlık çok hoşuma gidiyordu; yaşam sevinci yoksun bir kadın var ve insanlardan kaçıyor. Ancak gel gör ki bir de insanlar yetmezmiş gibi hayaletleri de görebiliyor. Dolayısıyla etrafında iki katı insan var ve asla kaçamıyor. O yüzden en başından beri hayaletleri de hep insan olarak kurgulamıştım. Bedenleri gitmiş ama ruhları burada ve hala canlı insanlar kadar sinir bozucular.
Her bir hayalet karakterin “yaşarken sahip oldukları kimlik” ile “ölüyken taşıdıkları yük” arasında bir ikililik görüyoruz. Sizce insanlar öldükten sonra filmdeki gibi yaşamaya devam ediyorsa, hayaletlerin kimliği değişebilir mi?
Bence değişebilir ama aslında filmdeki hayaletler bırakamadıkları, çözemedikleri bir mesele olduğu için gidemiyorlar, burada kalıyorlar. Kalınca belki çok da karakterin değişmiyor ama bakış açın değişiyor insanlığa karşı. Çünkü artık çok daha iyi bir gözlem yetenekleri var ve bence derin bir hüzünle insanlığa dair bir bilgelik geliyor.
Türkiye'de bağımsız sinema yapmanın zorluğunun yanı sıra kadın bir yönetmen olarak karşılaştığınız yapısal engeller oldu mu?
Oluyor, sırf ben değil bir sürü kadın yönetmen arkadaşım bununla karşılaşıyor. Mesela en başta finansal olarak size daha düşük ödemeler geliyor. Kabiliyetiniz daha çok sorgulanıyor. Erkeklerin otoritesi hemen kabul ediliyor. Bir kadın olarak otorite kurmanın yönetimi daha yorucu. Doğuştan gelen ayrıcalık bizde yok. Dolayısıyla sürekli daha fazla enerji harcamamız gerekiyor. Kolay değil, ama yapılabiliyor
Çekim sürecinde prodüksiyon açısından en çok hangi konuda zorlandınız?
En zorlandığımız şey hava durumuydu. Çünkü sahnelerin çoğu dışarıda ve havaya müdahale edemiyoruz. İlk hafta dört gün çok fazla yağmur yağdı. O sırada tekrar organize olmamız gerekiyordu, o zordu. Onun dışında tabii ki sürekli sit alanında olduğumuz için hiçbir yapıya zarar gelmemesi için dikkat etmemiz gerekiyordu. Ama bir süre sonra bütün ekip bu duruma alıştık.
Görüntü yönetmeni Barış Aygen ile görsel dili oluştururken özellikle üzerinde durduğunuz bir unsur var mıydı?
Filmde bir sürü takip sahnemiz var, özellikle odaklandığımız şeylerden biri buydu. Takip sahnelerini sakin ve büyüleyici bir şekilde aktarmak istiyorduk. Önden o atmosferi, o modu yaratmak için epey bir düşündük. Barış’ın çok iyi bir ekibi vardı ve o da kamerada hissediliyor gerçekten. Sanat yönetmeni olsun, kurgucu olsun, Barış Aygen olsun bütün ekip içtenlik ve samimiyetle, başka bir pırıltıyla bu işe bağlandılar.
Barış Diri’nin besteleri de atmosferi inşa eden önemli bileşenlerden. Bir önceki soruya benzer bir şekilde film için anlaştıktan sonraki üretim süreci nasıl ilerledi?
Barış Diri ile çok erken başlamıştık projeye. Senaryo sürecinden beri dahildi o. Daha önce beraber çalışmıştık da. Aslında en başta Aydın’da Tralleis antik kentinde kazılan ve çok eski bir mezar yazıtı olan Seikilos Ağıdı’ndan yola çıktık. Sanırım dünyanın en eski ikinci notalı ve sözlü şarkılarından birisi ve çok güzel sözleri var, o parçanın hissiyle yola çıktık. Sözlerde genel olarak; zaman az, yas tutma, anda yaşa yaşayabildiğincegibi çok tatlı dizeler var. O hislerle yola çıktık ama sonrasında her şey farklılaştı. Daha sahnelere odaklı nasıl bir his yaratabiliriz, nasıl bir ton olabilir diye kafa yorduk. Müziğin filmi desteklemesinden ve müziğin de filmde bir karakter olmasından çekinmedik.
37. Tokyo Film Festivali’nin Asya’nın Geleceği bölümünde En İyi Film ödülü
Kariyerinizin başından beri gerek yapımcı gerek yönetmen olarak çok sayıda festivale katılmışsınız. Sizin için yeri ayrı olan, farklı bir bağ kurduğunuz özel bir festival var mı?
Aslında tuhaf bir şekilde iki festival var. Bunlardan ilki olan Tokyo Film Festivali çok önemli benim için. Çünkü orada filmin ilk gösterimini yaptık ve çok güzel geçti. Oradaki seyirci gerçekten çok sevdi filmi. Sonrasında Japonya'da vizyona da girdi film. O yüzden orası benim için çok özel bir yerdi. Japon izleyicisi çok saygı duyuyor sinemaya. Sinemayı çok seviyor ve size de yaptığınız işe de çok özenle yaklaşıyor.
Diğeri de Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali. Uçan Süpürge’nin benim kariyerimde önemli bir yeri var, geçtiğimiz yıllarda Bilge Olgaç ödülü almıştım oradan. Belki de ODTÜ’de okuduğum için ve sinemayı daüniversitedeyken keşfettiğim için Ankara’da olmanın özel bir yeri var diyebilirim.
Önünüzde başka planlar projeler var mı?
Planlarım var ama uzun metrajlı film yapmak çok uzun sürüyor. Hatta Meşrutiyet döneminde 1900’lerin başında geçen bir korku filmi yazıyorum şu anda. Ama o muhtemelen çok uzun vadeli bir iş olacak. Onun haricinde dizi projeleri yazıyorum. Kısa film şu anda düşünmüyorum açıkçası. Ama bir soluklanıp sonra tekrar geri döneceğim umarım. Şu anda dünya çapında da film yapmak çok zor. Bu yüzden biraz uzun vadeli bir yerden yaklaşıyorum.