Bahadır Burak Yaşar ile Sanat, Oyun ve Yaşam Alanı Üzerine

Önce seninle ve sanat pratiğinle başlayalım Bahadır. Bahadır Burak Yaşar kimdir, neler yapar?

Bahadır Burak Yaşar kimdir? Aslında kendime "sanatçıyım" ya da "sanat yapıyorum" demekten ziyade, "oynamayı seviyorum" demeyi tercih ediyorum. Ortaya bir iş koyup "alın ne yapıyorsanız yapın" demek yerine, birilerini ağırlamak ve bir deneyimi paylaşmak üzerine kuruyorum her şeyi. Yemek yapma deneyimim de aslında bu paylaşma arzusundan geliyor.

Söylediklerin bana çocukluktaki mahalle oyunlarını anımsattı. Takımları kuran, oyunu başlatan o çocuk gibi...

Tam olarak bir oyun kurucu olmaktan ziyade, oyunun içinde olmayı seviyorum. Her zaman sorumluluk almak istemeyebilirim; bazen arka planda duran bir piyon olmayı da seviyorum. Satrançtaki gibi; bazen şah, bazen vezir, bazen at ya da kale olmak... Bu rollerin değişmesini ve hepsini deneyimlemeyi önemsiyorum. Çünkü her rolü tatmadan oyunun bütününü kavrayamıyorsunuz. Sadece başrolde olduğunuzda bakış açınız kısıtlı kalıyor; piyonun halini anlamak için o tabandan gelmek, o süreci deneyimlemek bana keyif veriyor. Bu yüzden kendimi keskin sıfatlarla tanımlamıyorum; ne sadece fotoğrafçıyım, ne sadece aşçıyım, ne de sadece sanatçı... Ben Bahadır’ım. İnsanlarla kurduğum farklı deneyimler, onların beni farklı görmesini sağlıyor.

Heykel bölümü mezunusun ama bir dönem şeflik de hayatının odağındaydı. Daha sonra Kovan, Tilki ve Unite gibi farklı oluşumlarda yer aldın. Bu süreç nasıl gelişti?

Bu gelişim, bir kabul görme arayışıyla birlikte kendimi bulma isteğiyle alakalıydı. 2010 yılında heykeli bitirdim. Şeflik eğitimine 2017’de başladım. Kovan ise daha heykel okurken, 2008’de atölyede beraber üretmek amacıyla kurmak istediğim bir oluşumdu. Ben kendime ödev vermekte zorlanan biriyim. Bir işin son dakikaya sıkışmasını seviyorum çünkü o gerginlikte kendimi daha canlı hissediyorum. Mutfakta da benzer bir durum vardı; sürekli aynı şeyi yapmaktan sıkıldığım için kişiye özel, gruplara özel yemek deneyimleri sunmaya yöneldim. İnsanların ne istediğini bilerek gelmesi ve benim de onlara eğitimini aldığım, sevdiğim şeyi bir deneyim olarak sunmam kıymetliydi.

Heykel, şeflik, Tilki, Kovan... Sanki sürekli yeni bir oyun kurup diğerine geçmişsin gibi bir tablo çıkıyor ortaya.

Dışarıdan bakıldığında "maymun iştahlılık" gibi görünebilir ama burada insan faktörü, maddi imkanlar ve pandemi gibi pek çok değişken var. Ben başladığım ve bitirdiğim hiçbir süreç için kendimi suçlamıyorum. Önemli olan o süreçteki etkileşimdi. Mesela Tilki'de bir fikirle yola çıkıyorsunuz, birileriyle kolektif çalışmak istiyorsunuz ama kendi fikrinizi de kaybetmemeniz gerekiyor. Bu iletişimi yönetmek zor bir zanaat. Geçmişte bu konuda hatalarım oldu, şimdi onları daha net görebiliyorum.

Kolektif çalışmayı pratiklerine çok iyi yedirdiğini görüyorum. Bireysel bir üretimi bile paylaşarak kolektif bir hale getiriyorsun.

Bu bir zorunluluk çünkü her şeyi tek başıma yapamam. Bugün bu sergi için de aynı şey geçerli. Dijital veya teknik konularda benden daha deneyimli birileri varken, onlarla ortak bir dil kurup samimiyetle ilerlemek işin kalitesini artırıyor. Tabii bu süreçte insanların zamanını veya emeğini yanlış kullandığım, birilerini kırdığım anlar da olmuştur; bunların muhasebesini kendi içimde hep yapıyorum. Özellikle günümüzde insanların birbirine karşı çok tahammülsüz olduğu bir dönemde, birbirimize destek olmak yerine birbirimizi harcamaya daha meyilliyiz. Ben ise beraber üretmenin, bir tekrardan yeni bir adım çıkarmanın peşindeyim. Sergideki "kendi kuyruğunu yiyen yılan" sembolü de bu döngüsel süreci anlatıyor.

"Yaşam Alanı" sergisi nasıl ortaya çıktı? Son kişisel serginin üzerinden üç yıl geçmişti yanlış hatırlamıyorsam.

Bahadır: Önceki sergilerimde (Torun’daki Hareket Alanı ve Çağdaş Sanatlar’daki işlerimde) hep bir "ayakta durma" meselesi vardı. Malzemenin parçalara ayrılmasına rağmen ayakta durması, insanın ruhsal olarak parçalanıp yine de yoluna devam etmesi gerektiğini anlatıyordu. Yaşam Alanı’nda da benzer bir mekânsal müdahale söz konusu. Sergi üç aşamadan oluşuyor: Üst katta Yüz, depoda Beden ve kasalarda Hafıza.

Mekanda bedenin anatomisini parçalara ayırarak anlatmak gibi bir kurgu olduğunu düşündürüyor bu bana.

Evet, bu biraz da kendi kendine ortaya çıkan bir süreç oldu. İnsanların dışarıda vakit geçirmek yerine içeriye, serginin ruhuna girmesini istiyorum. "Yüz" bölümündeki figürler, 2012'de arkadaşlarımla bir ortamda otururken ortaya atılan "Saat kaç, ne haldeyiz?" sorusuna dayanıyor. Elimi kaldırmadan telle çizdiğim bu yüzler, görmek ve görünmek üzerine bir sorgulama..

Sergideki "Anne" figürü ve karanlık odadaki "Hafıza" bölümü oldukça derin bir anlam taşıyor gibi.

Sergide bir "doğum ve ölüm" döngüsü var. Siyah bir kasanın içinden çıkan dikitler, yani "Anne" işi, hem kendi annemi kaybetmemle hem de doğa anayla ilgili. Başlangıç ve bitişin iç içe olması durumu... Beyaz tarafta aydınlık ve geçici bir eğlence varken, siyah tarafta sönmeyen bir ışık ve ölümle olan o kaçınılmaz yüzleşme var. İnsanlar önce "Beden"i mi yoksa "Hafıza"yı mı görmek ister bilemem ama hafıza daha korkutucu bir alan; sonu yok, insanı delirtebilir.

Sanatçının üretme sürecindeki o "atıl kalma" suçluluğu ve deneyimi paylaşma isteği sende nasıl karşılık buluyor?

Bir hatayı bir kez yapanın hep yapacağına dair bir inanış var; bu çok acımasızca. Hepimiz hata yapabiliriz, önemli olan o hatadan ne öğrendiğimiz ve kendimizi nasıl iyileştirdiğimizdir. Benim iletişim dilim üretmek. Kelimeleri her zaman doğru seçemeyebilirim ama ürettiğim işler benim gerçek dilim. "Yaşam Alanı" da bu paylaşım arzusunun, "hizmet etme" (Act of Service) isteğinin bir sonucu. Tıpkı birine karşılık beklemeden bir tabak yemek götürmek gibi. O tabağın boş dönmesini de, dolu dönmesini de, hatta kırılmasını da kabul edebilecek bir erdeme sahip olmamız gerekiyor.

Sergide müzik ve kameraları da kullanıyorsun, bu ögelerle izleyiciyi nasıl bir deneyim bekliyor?

Sergide müzik olmasını önemsiyorum çünkü ses, mekânın duygusunu ve gerginliğini belirleyen en önemli unsurlardan biri. Bu bir prodüksiyon değil, bir bireyin o anki katkısı olacak. "Beden" bölümündeki kameralar ise izleyiciyi parçalara bölerek yansıtacak. Kendimize bakarken aslında her zaman belli bir yere odaklandığımızı ve bütünü kaçırdığımızı göstermek istiyorum. Sergiyi "one-shot" (tek çekim) bir film gibi düşünün; içinde dolaşırken karşınıza bir müzisyen de çıkabilir, parçalanmış bir görüntünüz de.

Son olarak, sergiye dair hislerini paylaşır mısın?

İçinde bulunduğumuz dünyanın belirsizliğinden ben de herkes gibi korkuyorum. Ama bu korku beni zinde tutuyor. Sergiyi büyük bütçelerle değil, kendi imkanlarımla ve emeğimle kuruyorum. Hataları ve eksikleriyle, samimi bir "yaşam alanı" sunmaya çalışıyorum. Güç sarhoşluğuna kapılmadan, sadece olduğum gibi görünmek ve insanlarla bu oyunun içinde buluşmak istiyorum.


Yaşam Alanı, UNITE Ortak Mekan’da 19-21 Aralık 2025 tarihlerinde “misafirlerini” bekliyor.

Organizasyon: Zeynep Seda Özmen

Afiş: Tutku Bulutbeyaz

Video : Erinç Ulusoy (@erinc.ulusoy)

Müzik : Alperen Yalçın (@misucmaker)

Metin: E. Gülşah Akın

Sonraki
Sonraki

Atölye Gezileri: Dilruba Güneysu